2 Mart 2017 Perşembe

Film İzlemek mi Kitap Okumak mı?


Okuma grubumuzun üçüncü yılında ilk konumuz Edebiyat-Sinema ilişkisiydi. Toplantımızda George Orwell’dan “1984” ve Nahit Sırrı Örik’ten “Kıskanmak” romanını Edebiyat-Sinema ilişkisi kapsamında ele alarak, edebiyat ve sinema gibi değişik sanatların birbirlerinden yararlanmalarını, sinema ve edebiyatın ortak noktalarını ve farklılıklarını tartıştık.

Sinema ortaya çıktığından bu yana roman ve tiyatro oyunlarından (piyesler) malzeme olarak yararlanmıştır. Hem ticari kaygıyla hem de daha fazla kitlelere ulaşma amacıyla birçok edebi eser sinema dünyasına kazandırılmıştır. Bir edebi eser sinemaya uyarlanırken; uyarlanan edebi metne tamamen sadık kalma, metinden bağımsız uyarlama ve esinlenmeye kadar çeşitli teknikler kullanılmaktadır. Bu kadar çeşitli tekniklerin bulunması aynı kitabı konu alan filmlerin de birbirinden farklı olmasını sağlayabilmektedir. Özellikle popüler roman dediğimiz, bir çırpıda okunan ve üzerinde çok düşünmemizi gerektirmeyen edebi eserler, geniş kitleler tarafından kısa sürede okunabilmesinden dolayı bir dönem sinema tarafından oldukça çok tercih edilmiştir. Özellikle Jane Austen’ın tüm kitaplarının sinema dünyasında yer bulması buna bir örnektir. Bu duruma Türkiye’den bir bakış atacak olursak, 1930-1970 yılları arasında popüler tarzda yayınlanmış neredeyse tüm kitaplara film çekilmiş ve hatta film yapımcıları ve yönetmenler yeni filmler çekebilmek için yazarları bir ay gibi kısa sürelerde kitap yazmaları için ikna etmişlerdir. Bunun sonrasında eğer kitap çıktıktan kısa bir süre sonra filmi çıkıyorsa, edebi değeri daha azdır diye bir kanı oluşmaya başlamıştır. Ancak bu kanının doğruluğu tartışılır, bir kitap gerçekten hem iyi bir kitap hem de iyi bir film olabilmektedir bazen de tam tersi…

Edebiyat ve sinema dallarını karşılaştıracak olursak, edebiyat dilden yararlanırken ve dili ustaca kullanır, sinema ise görüntüden yararlanır. Bazen paragraflarca veya sayfalarca anlatılabilen bir duygu, filmde sadece 10 sn’lik bir görüntü karesinden ibarettir ve aynı duyguları verebilir. Kitap okurken kahramanla beraber o duygu seline kapılıp bir duygunun başlangıcına, gelişmesine ve kahramanın belki de aklından geçenlere tanık olma şansımız varken, sinema da ekranda bize olayın ne kadarı gösteriliyorsa ve geçmiş yaşamımızda o görüntü ile ortak bir noktada paylaştığımız bir anımız varsa o duyguyu yaşayabiliyoruz. Aslında bir duyguyu hissedebilmek için sayfalarca süren bir kitap belki de bizim orada yaşamamıza da olanak tanımaktadır. Ancak bir kitapta anlatılan olayları anlamak, karakterleri çözümlemek bizim hayal gücümüz ile de sınırlıdır. Sinemadaki görüntü ise “bize sunulan” ve “işte budur” denilen bir öğedir. Bu sebeple olacak ki, kitap okumak mı aynı kitabın filmini mi seyretmek mi denildiğinde, farklı açılardan bakarsak, iki haftada okunabilecek bir kitabın iki saat içerisinde anlaşılabilmesini sağlayan da yine sinemadır. 

Kıskanmak Üzerine
Edebiyat-Sinema ilişkisi kapsamında ilk olarak Nahit Sırrı Örik’in “Kıskanmak” isimli romanını okuduk.




“Kıskanmak” romanı Türk edebiyatında karakter açısından farklılık gösteren ve belki de türünün ilk örneklerinden biri: Bu romanın baş karakteri –Seniha- negatif ve çirkin… Romanda Seniha’nın içindeki kıskançlığın sebep olduğu olaylar anlatılıyor. Kendi erkek kardeşini gerçekten kıskanıyor muydu yoksa düşüncelerinin, yaptıklarının altında başka duygular var mıydı? Yorumu size bırakıyoruz. Kitabı okuduktan sonra yönetmenliği ve senaristliğini Zeki Demirkubuz’un yaptığı, Nergis Öztürk, Serhat Tutumluer, Berrak Tüzünataç ve Bora Cengiz gibi oyuncuların oynadığı 2009 yılı yapımı “Kıskanmak” isimli filmi de izleyebilirsiniz.

Her Şeyin Silinebildiği Bir Dünya
İkinci okuduğumuz roman ise George Orwell’dan “1984”tü. George Orwell 1984’te bizlere süregelen düzenin içten içe karşıtı olan Winston’ın hayatından kesitler anlatıyor.



1984’ün konusunu sizi sarsacak. Tanrılaştırılmış bir yönetici olan Büyük Birader’i, insanları kendilerine üye olmaya mecbur eden ve üye olmayanları kötü şeylerin beklediği Zorba partisini, belgelerin yok edilmesiyle tarihin silinebilirliğini, gün geçtikçe dilden kelimelerin çıkartılmasıyla dilin küçültülmesini, düşünenlerin suçlu bulunarak buharlaştırıldığını okudukça nefesiniz kesilecek.  1984 romanıyla George Orwell aile içindeki dinamiklere de gönderme yaparak, çocukların kendi anne babalarını bile düşünce suçlusu olarak ihbar etmelerini sağlayan bir dünya kurmuştur. Hissetmenin yasak olduğu bu dünyada aşkın bile en büyük suç olduğunu göstererek robot-işçi insanların olduğu bir düzen yaratmıştır. 1984 ile ruhu tükenmiş, hissetmeyen, kendisini kaybetmiş bir topluluk betimlenir. Bu kadar olumsuzluğa rağmen vazgeçmeyen kahramanımız Winston, düşünce suçlusu haline gelip, kendi yaşamak istediği dünyaya geçiş yapmak istiyor. Fakat Winston bunu başarabiliyor mu? 1984 filmi yine kitabı kadar başarılı değil ama içten içe çürüyen dünyayı gösterme konusunda başarılı. Bu başarı yönetmen koltuğundaki Michael Radford’un kullandığı sahnelerden geliyor. Filmin her karesinde kasveti, çöküşü ve baskıyı hissediyorsunuz.



Okuyucu ve izleyici olarak hem kitabı okuyup ve hem de filmi seyrettiğinizde ister istemez bu iki türü karşılaştırıyor ve seçiminizi yapıyorsunuz. Biz kitap okumaktan vazgeçemeyeceğimize karar verdik ya siz?


17 Şubat 2017 Cuma

Edebiyatın Adalet Hayali



Şubat ayında toplantı gündemimiz, “polisiye edebiyat” idi. Kimilerine göre E. A. Poe’ nun “Morg Sokağı Cinayeti”, kimilerine göre de “Hamlet” ile başlayan polisiyenin kökleri çok daha eskilere dayanıyor. Polisiyenin en büyük farkı, belli bir plana göre yazılmasıdır. Buna göre; önce bir suç işlenir, ardından “Suçlu kim?” sorusuyla okuyucu merak ettirilir ve aksiyon başlar. Nihayet suçlu yakalandığında da okuyucunun hem merakı hem de adalet isteği tatmin edilmiş olur. Çünkü hiçbir kötülük cezasız kalmaz. En azından başlangıçta böyleydi...

Dünya Savaşları, darbeler ve toplumsal yozlaşmadan polisiye edebiyat da nasibini almış ve zamanla casus romanı, kara roman, şüphe - gerilim gibi alt türler oluşmuştur. Bunların içinde kara roman, suça ve katilin psikolojisine daha çok eğildiği için önem kazanmıştır. Yine de polisiye edebiyat, uzun bir süre  okuyuculardan gelen alkışlar ile edebiyat otoritelerinden gelen eleştiriler arasında sıkışıp kalmıştır...

Kadın Yazarlarımız Çok Cesur!


Bu ay okuduğumuz iki kitaptan birincisi: Pınar Kür’ün “Bir Cinayet Romanı”ydı. Derinliği tekniğinde saklı olan bu kitap, yazarın deyimiyle, polisiye eserlere yeni bir örnek katmak için değil; cinayet polisiyelerinin nasıl kurgulandığını göstermek için yazılmış. Yazarın postmodernizmi tercih etmesi ve bir  üstkurmaca yaratması sebebiyle; kitap üç katmanlı bir gerçeklikten oluşuyor:
1. Kitabın yazarı Pınar Kür ve okuyucuların yaşadığı gerçek dünya,    
2. Roman kahramanı ve yazar rolündeki Akın Erkan’ın ve çevresinin oluşturduğu kurmaca dünya,
3. “Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği”: Dedektif, katil, katil adayları, kurban ve tanığın kurmaca dünyası.
Bu katmanların arasındaki geçişlerin belirsiz olması, katil adaylarının kurgu ilerledikçe çoğalması, kurgusal kahramanların yaratıcıları (Akın Erkan) ile tartışmaya girmeleri ile oldukça farklı bir nitelik kazanıyor.
Roman karakterlerinin seçiminde de dikkatli davranılmış: Başkahraman Akın Erkan, yaratıcı kadını; Yasemin, güzel kadını, Eser  asil kadını; Yeşim hırslı kadını ve Yıldız tutkulu kadını temsil ediyor. Emin Köklü ise polisiye edebiyatın en ünlü dedektiflerinin özelliklerini taşıyor. En çok da Holmes’ün ama Sherlock değil, Mycroft Holmes.
Yaratma sürecinde çok dikkatli davranan yazar, o dönemdeki içi boş insanları ve ilişkileri eleştirmek için mi yaptı, bilmiyoruz ama oldukça sıradan bir dil ve diyaloglar kullan-mış. Bu yüzden  “Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği” sizi tatmin etmeyebilir ancak “Bir Cinayet Romanı” oldukça farklı ve başarılı.
Kadın yazarlarımız cesurlar; kurallarını erkeklerin yazdığı bir dünyayla başa çıkmaya çalışırken sözcüklerin ve yazınsal tekniklerin sınırlarını zorluyorlar.    

Önce Suç Vardı...

İkinci romanımız ise Patrick Süskind’in “Koku: Bir Katilin Romanı”ydı. 1985’te Almanya’da yazılan bu roman, J. B. Grenouille’un bütün pisliğiyle kokusu mide bulandıran Paris’te dünyaya gözlerini açmasıyla başlar. Her şeyin kokusunu alan Grenouille, kendi kokusu olmadığı için etrafında korku yaratır ve dışlanır. Bundan sonra bir  varoluş problemi yaşar ve sorununu güzel kızları öldürüp vücutlarından esanslar çıkararak çözmeye karar verir. Buradan itibaren de okuyucular gerilim içinde cinayetlerin sonunu bekler. Sonunda Grenouille amacına ulaşır fakat bu amacın bir değeri yoktur artık...  


Suspence – mystery (şüphe-gerilim) türüne yaklaşan bu eser, bizdeki anlamıyla baktığımızda bir polisiye değil ancak suçun sebebini (kimlik arayışı) ve Grenouille’un katil olma sürecini ele alışıyla kara roman’ın, cinayetler sürecinde de gerilim’in özelliklerini taşıyor. Romanın ilk bölümünde ise mistik bir gerilim var. Avrupa polisiyelerinde olduğu gibi burada da polisler, suçluyu tutuklamaktan başka bir işe yaramıyor ve katilin cinayet yöntemini fark eden de, dedektif olmasa da (ki günümüz polisiyelerinde dedektif olmak zorunda değildir.) katille kısa süren bir kedi-fare oyunu oynuyor.
Bu kitabın Hitler’i sembolize ettiği de düşünülüyormuş.  Kararı size bırakıyoruz.

Niçin bu kitabı okuduk?

Koku, Avrupa ülkelerinde “crime fiction” (suç edebiyatı) kapsamına giriyor ve bu terim hem polisiye eserler için hem de suçu anlatan eserler için kullanılıyor. Bu yüzden biz de konumuzu polisiye edebiyatla sınırlamayarak işi “suç edebiyatı”na kadar vardırdık.
Suç edebiyatı, suçun ne olduğunu, neden olduğunu, nasıl olduğunu ve nasıl etkilediğini anlatır fakat amacı katili bulmak değildir. Polisiyeyi de içine alan daha geniş bir türdür.
Bir yazarımızın dediği gibi; polisiye edebiyat “suç” ile başlar. Çünkü dedektifleri / polisleri de, suçluları da, kurbanları da var eden “suç”tur. Bu yüzden Hamlet, Suç ve Ceza veya Karamazov Kardeşler’de polisiye özellikler bulmak; hatta Habil ile Kabil’in hikayesine kadar gitmek mümkündür. Şunu da unutmamalı ki; edebiyat dünyasından dışlanan bu tür, kendini kabul ettirme  yolunda olup siyasi, toplumsal ve edebi olarak yaşanan her olaydan sonra gelişerek ve derinleşerek varlığını sürdürüyor. İlk uzay polisiyesi (Rüzgarsız Şehir), ilk travesti dedektif (Burçak) gibi özgün örnekler üreten polisiye yazarlarımız, muhakkak, gelecekte de farklı şekillerle karşımıza çıkmaya devam edecektir. Öyleyse biz de polisiyenin dedektif – suçlu – kurban üçgenine hapsetmemeli ve daha geniş bir pencereden bakmalıyız.

12 Şubat 2017 Pazar

Balkanların Hüzünlü Edebiyatı

Ekim ayında okuma grubumuzda bize hem çok yakın hem de çok uzak “Balkan Edebiyatı”nı ele aldık. Balkan edebiyatı’na hangi ülkelerin edebiyatları dahil edilir? Türkiye’de neden ilgi görmemektedir? Balkan edebiyatının ortak temaları nedir gibi soruların cevaplarını aradık ve bu çerçevede eski Yugoslavya coğrafyasından Ivo Andriç’in Drina Köprüsü ve Arnavut Edebiyatı’ndan İsmail Kadare’nin Ölü Ordunun Generali romanlarını okuduk.



Balkan edebiyatı denince aslında hepimizin aklına ilk önce yıllarca süren “savaş”lar ve bir mücadele ortamı gelecektir. Bu açıdan baktığımız zaman Balkan toplumlarının siyasi olarak da zor zamanlar geçirdiğini ve bu savaş, siyaset, mücadele ortamlarının edebiyata fazlaca yansıdığını söyleyebiliriz. Bu yansımaların en güzel örneklerini İsmail Kadare'nin Ölü Ordunun Generali kitabında bulabilirsiniz. Bu kitap aslında bir ''savaş tahlili'' niteliğindedir. Romanda savaş sonrası insanların psikolojik durumları, savaş zamanı ve sonrası ulusların durumu, insanların hırsları ve önyargıları ele alınmıştır. 20 yıl gibi bir süre önce biten savaşta ölen askerlerin kemiklerini Arnavutluk'u karış karış gezerek arayan bir generalin öyküsüdür bu roman. Açılan her mezar, ülkesinde evlatlarının, sevdiklerinin, yakınlarının kemiklerini bekleyenler için ya bir umut ya da hayal kırıklığı demektir. Askerlerin kemiklerinin toplanması savaşın iki tarafı için farklı duyguları sembolize etmektedir. Arnavutlar için topraklarını kirleten işgalci askerlerin cesetlerinin toplanıp ülkelerinden çıkarılması bağımsızlık/işgalin ve savaşın anılarını bellekten silmek ile eşdeğerken, İtalyan general için ölen askerlerin ait oldukları kendi vatanlarına götürülmeleri bir gurur meselesi olmuştur. Bu da Balkan edebiyatının bir diğer özelliği olan kimlik ve aidiyet kavramlarının bir örneğidir.



Balkan edebiyatına dair bir diğer güzel örnek ise Ivo Andriç'in kaleme almış olduğu Drina Köprüsü romanıdır. Öyle ki kendisi bu roman ile 1961 yılında Nobel Ödülü'ne layık görülmüştür. Bu kitapta ana karakter herhangi bir kişi değil de kitaba adını veren köprüdür. Drina Köprüsü hala günümüzde de Bosna Hersek'in doğusunda Vişegrad’da bulunmaktadır. Bu köprü Mimar Sinan tarafından Sokullu Mehmet Paşa'ya ithafen yapılmış ve kitapta da görüleceği gibi köprünün yapımı sırasında da sonrasında da birçok kişi hayatını kaybetmiştir. Roman boyunca olaylar köprü çevresinde gelişmiş ve Vişegrad halkının kültürel değişimi ele alınmıştır. Aslında bu köprü bölgedeki farklı dinlerden, farklı milletlerden, farklı kültürlerden insanların buluşma noktasıdır. Birçok acı, hüzün, sevinç, zafer, hırs, önyargı, yalnızlık barındırmaktadır. Bakıldığı zaman Drina Köprüsü'ne ''tarihi bir kimlik'' verilmiştir. Köprünün yapımı ile iki yakanın birleşmesi hikayesi anlatılırken sayfalar ilerledikçe, yüzyıllar geçtikte devletlerin parçalanması, toprakların el değiştirmesi, etnik çatışmalara ve yüz binlerce insanın ölmesi hikayesine dönüşür. Balkan edebiyatının diğer temel özelliklerinden olan tarihi bellek ve etnisite romanın temel izledikleridir.



Adlandırma Sorunu


Ülkemize hem en yakın coğrafya hem de ortak tarihi geçmişi olan Balkanların edebiyatına dair çok fazla çalışma olmadığını gördük. Üstelik Balkan edebiyatı şeklinde genel geçer bir adlandırılma yapıldığı ama ülkemizde fazla ilgi görmediği de ortadaydı. Oysa bir İngiliz Edebiyatı, Rus, Edebiyatı, Türk edebiyatı şeklinde tek bir ulusa ait edebiyat tanımlaması yapılırken içerisinde bir sürü devleti barındıran coğrafyanın tek bir başlık altında değerlendirilmesi ne kadar doğrudur? Balkan edebiyatı tek bir edebiyat değildir, bir çatıdır. Balkan edebiyatı dediğimiz zaman herkesin aklına farklı bir ülkenin edebiyatı gelecektir. "Balkan" kelimesi herkese aynı bölgeyi ifade etse de aynı ülkeyi, aynı toplumu ifade etmeyebilir. Her toplumun kendine has tarihi, kültürü vardır. Bu yüzden Balkan edebiyatını tekil bir edebiyat olarak ele almak zordur zira Balkan edebiyatı birçok edebiyattan oluşan bir bütündür.