Okuma grubumuzun üçüncü yılında ilk konumuz Edebiyat-Sinema ilişkisiydi. Toplantımızda
George Orwell’dan “1984” ve Nahit Sırrı Örik’ten “Kıskanmak” romanını
Edebiyat-Sinema ilişkisi kapsamında ele alarak, edebiyat ve sinema gibi değişik
sanatların birbirlerinden yararlanmalarını, sinema ve edebiyatın ortak
noktalarını ve farklılıklarını tartıştık.
Sinema ortaya çıktığından bu yana roman ve tiyatro oyunlarından (piyesler) malzeme
olarak yararlanmıştır. Hem ticari kaygıyla hem de daha fazla kitlelere ulaşma
amacıyla birçok edebi eser sinema dünyasına kazandırılmıştır. Bir edebi eser sinemaya
uyarlanırken; uyarlanan edebi metne tamamen sadık kalma, metinden bağımsız
uyarlama ve esinlenmeye kadar çeşitli teknikler kullanılmaktadır. Bu kadar
çeşitli tekniklerin bulunması aynı kitabı konu alan filmlerin de birbirinden
farklı olmasını sağlayabilmektedir. Özellikle popüler roman dediğimiz, bir
çırpıda okunan ve üzerinde çok düşünmemizi gerektirmeyen edebi eserler, geniş
kitleler tarafından kısa sürede okunabilmesinden dolayı bir dönem sinema
tarafından oldukça çok tercih edilmiştir. Özellikle Jane Austen’ın tüm
kitaplarının sinema dünyasında yer bulması buna bir örnektir. Bu duruma
Türkiye’den bir bakış atacak olursak, 1930-1970 yılları arasında popüler tarzda
yayınlanmış neredeyse tüm kitaplara film çekilmiş ve hatta film yapımcıları ve
yönetmenler yeni filmler çekebilmek için yazarları bir ay gibi kısa sürelerde
kitap yazmaları için ikna etmişlerdir. Bunun sonrasında eğer kitap çıktıktan kısa
bir süre sonra filmi çıkıyorsa, edebi değeri daha azdır diye bir kanı oluşmaya
başlamıştır. Ancak bu kanının doğruluğu tartışılır, bir kitap gerçekten hem iyi
bir kitap hem de iyi bir film olabilmektedir bazen de tam tersi…
Edebiyat ve sinema dallarını karşılaştıracak olursak, edebiyat dilden
yararlanırken ve dili ustaca kullanır, sinema ise görüntüden yararlanır. Bazen
paragraflarca veya sayfalarca anlatılabilen bir duygu, filmde sadece 10 sn’lik
bir görüntü karesinden ibarettir ve aynı duyguları verebilir. Kitap okurken
kahramanla beraber o duygu seline kapılıp bir duygunun başlangıcına,
gelişmesine ve kahramanın belki de aklından geçenlere tanık olma şansımız
varken, sinema da ekranda bize olayın ne kadarı gösteriliyorsa ve geçmiş
yaşamımızda o görüntü ile ortak bir noktada paylaştığımız bir anımız varsa o
duyguyu yaşayabiliyoruz. Aslında bir duyguyu hissedebilmek için sayfalarca
süren bir kitap belki de bizim orada yaşamamıza da olanak tanımaktadır. Ancak
bir kitapta anlatılan olayları anlamak, karakterleri çözümlemek bizim hayal
gücümüz ile de sınırlıdır. Sinemadaki görüntü ise “bize sunulan” ve “işte
budur” denilen bir öğedir. Bu sebeple olacak ki, kitap okumak mı aynı kitabın
filmini mi seyretmek mi denildiğinde, farklı açılardan bakarsak, iki haftada
okunabilecek bir kitabın iki saat içerisinde anlaşılabilmesini sağlayan da yine
sinemadır.
Kıskanmak Üzerine
Edebiyat-Sinema ilişkisi kapsamında ilk olarak Nahit Sırrı Örik’in
“Kıskanmak” isimli romanını okuduk.
“Kıskanmak” romanı Türk edebiyatında karakter açısından farklılık gösteren
ve belki de türünün ilk örneklerinden biri: Bu romanın baş karakteri –Seniha-
negatif ve çirkin… Romanda Seniha’nın içindeki kıskançlığın sebep olduğu
olaylar anlatılıyor. Kendi erkek kardeşini gerçekten kıskanıyor muydu yoksa düşüncelerinin,
yaptıklarının altında başka duygular var mıydı? Yorumu size bırakıyoruz. Kitabı
okuduktan sonra yönetmenliği ve senaristliğini Zeki Demirkubuz’un yaptığı, Nergis
Öztürk, Serhat Tutumluer, Berrak Tüzünataç ve Bora Cengiz gibi oyuncuların
oynadığı 2009 yılı yapımı “Kıskanmak” isimli filmi de izleyebilirsiniz.
Her Şeyin Silinebildiği Bir Dünya
İkinci okuduğumuz roman ise George Orwell’dan “1984”tü. George Orwell 1984’te
bizlere süregelen düzenin içten içe karşıtı olan Winston’ın hayatından kesitler
anlatıyor.
1984’ün konusunu sizi sarsacak. Tanrılaştırılmış bir yönetici olan Büyük
Birader’i, insanları kendilerine üye olmaya mecbur eden ve üye olmayanları kötü
şeylerin beklediği Zorba partisini, belgelerin yok edilmesiyle tarihin
silinebilirliğini, gün geçtikçe dilden kelimelerin çıkartılmasıyla dilin
küçültülmesini, düşünenlerin suçlu bulunarak buharlaştırıldığını okudukça
nefesiniz kesilecek. 1984 romanıyla
George Orwell aile içindeki dinamiklere de gönderme yaparak, çocukların kendi
anne babalarını bile düşünce suçlusu olarak ihbar etmelerini sağlayan bir dünya
kurmuştur. Hissetmenin yasak olduğu bu dünyada aşkın bile en büyük suç olduğunu
göstererek robot-işçi insanların olduğu bir düzen yaratmıştır. 1984 ile ruhu
tükenmiş, hissetmeyen, kendisini kaybetmiş bir topluluk betimlenir. Bu kadar
olumsuzluğa rağmen vazgeçmeyen kahramanımız Winston, düşünce suçlusu haline
gelip, kendi yaşamak istediği dünyaya geçiş yapmak istiyor. Fakat Winston bunu
başarabiliyor mu? 1984 filmi yine kitabı kadar başarılı değil ama içten içe
çürüyen dünyayı gösterme konusunda başarılı. Bu başarı yönetmen koltuğundaki
Michael Radford’un kullandığı sahnelerden geliyor. Filmin her karesinde
kasveti, çöküşü ve baskıyı hissediyorsunuz.
Okuyucu ve izleyici olarak hem kitabı okuyup ve hem de filmi seyrettiğinizde
ister istemez bu iki türü karşılaştırıyor ve seçiminizi yapıyorsunuz. Biz kitap
okumaktan vazgeçemeyeceğimize karar verdik ya siz?