Şubat
ayında toplantı gündemimiz, “polisiye edebiyat” idi. Kimilerine göre E. A. Poe’
nun “Morg Sokağı Cinayeti”, kimilerine göre de “Hamlet” ile başlayan
polisiyenin kökleri çok daha eskilere dayanıyor. Polisiyenin en büyük farkı, belli
bir plana göre yazılmasıdır. Buna göre; önce bir suç işlenir, ardından “Suçlu
kim?” sorusuyla okuyucu merak ettirilir ve aksiyon başlar. Nihayet suçlu
yakalandığında da okuyucunun hem merakı hem de adalet isteği tatmin edilmiş
olur. Çünkü hiçbir kötülük cezasız kalmaz. En
azından başlangıçta böyleydi...
Dünya
Savaşları, darbeler ve toplumsal yozlaşmadan polisiye edebiyat da nasibini
almış ve zamanla casus romanı, kara roman, şüphe - gerilim gibi alt türler
oluşmuştur. Bunların içinde kara roman, suça ve katilin psikolojisine daha
çok eğildiği için önem kazanmıştır. Yine de polisiye edebiyat, uzun bir süre okuyuculardan gelen alkışlar ile edebiyat
otoritelerinden gelen eleştiriler arasında sıkışıp kalmıştır...
Kadın Yazarlarımız Çok Cesur!
Bu ay
okuduğumuz iki kitaptan birincisi: Pınar Kür’ün “Bir Cinayet Romanı”ydı.
Derinliği tekniğinde saklı olan bu kitap, yazarın deyimiyle, polisiye eserlere
yeni bir örnek katmak için değil; cinayet polisiyelerinin nasıl kurgulandığını
göstermek için yazılmış. Yazarın postmodernizmi tercih etmesi ve bir üstkurmaca yaratması sebebiyle; kitap
üç katmanlı bir gerçeklikten oluşuyor:
1. Kitabın yazarı Pınar Kür ve okuyucuların yaşadığı gerçek
dünya,
2. Roman kahramanı ve yazar rolündeki Akın Erkan’ın ve çevresinin oluşturduğu
kurmaca dünya,
3.
“Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği”: Dedektif, katil, katil adayları, kurban ve
tanığın kurmaca dünyası.
Bu
katmanların arasındaki geçişlerin belirsiz olması, katil adaylarının kurgu
ilerledikçe çoğalması, kurgusal kahramanların yaratıcıları (Akın Erkan) ile
tartışmaya girmeleri ile oldukça farklı bir nitelik kazanıyor.
Roman
karakterlerinin seçiminde de dikkatli davranılmış: Başkahraman Akın Erkan, yaratıcı kadını; Yasemin, güzel kadını, Eser asil kadını; Yeşim hırslı kadını ve Yıldız tutkulu kadını temsil ediyor. Emin Köklü
ise polisiye edebiyatın en ünlü dedektiflerinin özelliklerini taşıyor. En çok
da Holmes’ün ama Sherlock değil, Mycroft Holmes.
Yaratma
sürecinde çok dikkatli davranan yazar, o
dönemdeki içi boş insanları ve ilişkileri eleştirmek için mi yaptı, bilmiyoruz ama
oldukça sıradan bir dil ve diyaloglar kullan-mış. Bu yüzden “Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği” sizi tatmin
etmeyebilir ancak “Bir Cinayet Romanı” oldukça farklı ve başarılı.
Kadın
yazarlarımız cesurlar; kurallarını erkeklerin yazdığı bir dünyayla başa çıkmaya
çalışırken sözcüklerin ve yazınsal tekniklerin sınırlarını zorluyorlar.
Önce Suç Vardı...
İkinci
romanımız ise Patrick Süskind’in “Koku: Bir Katilin Romanı”ydı. 1985’te
Almanya’da yazılan bu roman, J. B. Grenouille’un bütün pisliğiyle kokusu mide
bulandıran Paris’te dünyaya gözlerini açmasıyla başlar. Her şeyin kokusunu alan
Grenouille, kendi kokusu olmadığı için etrafında korku yaratır ve dışlanır.
Bundan sonra bir varoluş problemi yaşar
ve sorununu güzel kızları öldürüp vücutlarından esanslar çıkararak çözmeye
karar verir. Buradan itibaren de okuyucular gerilim içinde cinayetlerin sonunu
bekler. Sonunda Grenouille amacına ulaşır fakat bu amacın bir değeri yoktur
artık...
Suspence
– mystery (şüphe-gerilim) türüne yaklaşan bu eser, bizdeki anlamıyla baktığımızda
bir polisiye değil ancak suçun sebebini (kimlik arayışı) ve Grenouille’un katil
olma sürecini ele alışıyla kara roman’ın,
cinayetler sürecinde de gerilim’in
özelliklerini taşıyor. Romanın ilk bölümünde ise mistik bir gerilim var. Avrupa
polisiyelerinde olduğu gibi burada da polisler, suçluyu tutuklamaktan başka bir
işe yaramıyor ve katilin cinayet yöntemini fark eden de, dedektif olmasa da (ki
günümüz polisiyelerinde dedektif olmak zorunda değildir.) katille kısa süren
bir kedi-fare oyunu oynuyor.
Bu
kitabın Hitler’i sembolize ettiği de düşünülüyormuş. Kararı size bırakıyoruz.
Niçin bu kitabı okuduk?
Koku, Avrupa ülkelerinde
“crime fiction” (suç edebiyatı) kapsamına giriyor ve bu terim hem polisiye
eserler için hem de suçu anlatan eserler için kullanılıyor. Bu yüzden biz de
konumuzu polisiye edebiyatla sınırlamayarak işi “suç edebiyatı”na kadar vardırdık.
Suç
edebiyatı, suçun ne olduğunu, neden olduğunu, nasıl olduğunu ve nasıl
etkilediğini anlatır fakat amacı katili bulmak değildir. Polisiyeyi de içine
alan daha geniş bir türdür.
Bir
yazarımızın dediği gibi; polisiye edebiyat “suç” ile başlar. Çünkü
dedektifleri / polisleri de, suçluları da, kurbanları da var eden “suç”tur.
Bu yüzden Hamlet, Suç ve Ceza veya Karamazov Kardeşler’de polisiye özellikler bulmak; hatta Habil ile Kabil’in
hikayesine kadar gitmek mümkündür. Şunu da unutmamalı ki; edebiyat dünyasından
dışlanan bu tür, kendini kabul ettirme yolunda olup siyasi, toplumsal ve edebi olarak
yaşanan her olaydan sonra gelişerek ve derinleşerek varlığını sürdürüyor. İlk uzay polisiyesi
(Rüzgarsız Şehir), ilk travesti dedektif (Burçak) gibi özgün örnekler üreten
polisiye yazarlarımız, muhakkak, gelecekte de farklı şekillerle karşımıza
çıkmaya devam edecektir. Öyleyse biz de polisiyenin dedektif – suçlu – kurban
üçgenine hapsetmemeli ve daha geniş bir pencereden bakmalıyız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder