17 Şubat 2017 Cuma

Edebiyatın Adalet Hayali



Şubat ayında toplantı gündemimiz, “polisiye edebiyat” idi. Kimilerine göre E. A. Poe’ nun “Morg Sokağı Cinayeti”, kimilerine göre de “Hamlet” ile başlayan polisiyenin kökleri çok daha eskilere dayanıyor. Polisiyenin en büyük farkı, belli bir plana göre yazılmasıdır. Buna göre; önce bir suç işlenir, ardından “Suçlu kim?” sorusuyla okuyucu merak ettirilir ve aksiyon başlar. Nihayet suçlu yakalandığında da okuyucunun hem merakı hem de adalet isteği tatmin edilmiş olur. Çünkü hiçbir kötülük cezasız kalmaz. En azından başlangıçta böyleydi...

Dünya Savaşları, darbeler ve toplumsal yozlaşmadan polisiye edebiyat da nasibini almış ve zamanla casus romanı, kara roman, şüphe - gerilim gibi alt türler oluşmuştur. Bunların içinde kara roman, suça ve katilin psikolojisine daha çok eğildiği için önem kazanmıştır. Yine de polisiye edebiyat, uzun bir süre  okuyuculardan gelen alkışlar ile edebiyat otoritelerinden gelen eleştiriler arasında sıkışıp kalmıştır...

Kadın Yazarlarımız Çok Cesur!


Bu ay okuduğumuz iki kitaptan birincisi: Pınar Kür’ün “Bir Cinayet Romanı”ydı. Derinliği tekniğinde saklı olan bu kitap, yazarın deyimiyle, polisiye eserlere yeni bir örnek katmak için değil; cinayet polisiyelerinin nasıl kurgulandığını göstermek için yazılmış. Yazarın postmodernizmi tercih etmesi ve bir  üstkurmaca yaratması sebebiyle; kitap üç katmanlı bir gerçeklikten oluşuyor:
1. Kitabın yazarı Pınar Kür ve okuyucuların yaşadığı gerçek dünya,    
2. Roman kahramanı ve yazar rolündeki Akın Erkan’ın ve çevresinin oluşturduğu kurmaca dünya,
3. “Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği”: Dedektif, katil, katil adayları, kurban ve tanığın kurmaca dünyası.
Bu katmanların arasındaki geçişlerin belirsiz olması, katil adaylarının kurgu ilerledikçe çoğalması, kurgusal kahramanların yaratıcıları (Akın Erkan) ile tartışmaya girmeleri ile oldukça farklı bir nitelik kazanıyor.
Roman karakterlerinin seçiminde de dikkatli davranılmış: Başkahraman Akın Erkan, yaratıcı kadını; Yasemin, güzel kadını, Eser  asil kadını; Yeşim hırslı kadını ve Yıldız tutkulu kadını temsil ediyor. Emin Köklü ise polisiye edebiyatın en ünlü dedektiflerinin özelliklerini taşıyor. En çok da Holmes’ün ama Sherlock değil, Mycroft Holmes.
Yaratma sürecinde çok dikkatli davranan yazar, o dönemdeki içi boş insanları ve ilişkileri eleştirmek için mi yaptı, bilmiyoruz ama oldukça sıradan bir dil ve diyaloglar kullan-mış. Bu yüzden  “Ölümün Vazgeçilmez Çekiciliği” sizi tatmin etmeyebilir ancak “Bir Cinayet Romanı” oldukça farklı ve başarılı.
Kadın yazarlarımız cesurlar; kurallarını erkeklerin yazdığı bir dünyayla başa çıkmaya çalışırken sözcüklerin ve yazınsal tekniklerin sınırlarını zorluyorlar.    

Önce Suç Vardı...

İkinci romanımız ise Patrick Süskind’in “Koku: Bir Katilin Romanı”ydı. 1985’te Almanya’da yazılan bu roman, J. B. Grenouille’un bütün pisliğiyle kokusu mide bulandıran Paris’te dünyaya gözlerini açmasıyla başlar. Her şeyin kokusunu alan Grenouille, kendi kokusu olmadığı için etrafında korku yaratır ve dışlanır. Bundan sonra bir  varoluş problemi yaşar ve sorununu güzel kızları öldürüp vücutlarından esanslar çıkararak çözmeye karar verir. Buradan itibaren de okuyucular gerilim içinde cinayetlerin sonunu bekler. Sonunda Grenouille amacına ulaşır fakat bu amacın bir değeri yoktur artık...  


Suspence – mystery (şüphe-gerilim) türüne yaklaşan bu eser, bizdeki anlamıyla baktığımızda bir polisiye değil ancak suçun sebebini (kimlik arayışı) ve Grenouille’un katil olma sürecini ele alışıyla kara roman’ın, cinayetler sürecinde de gerilim’in özelliklerini taşıyor. Romanın ilk bölümünde ise mistik bir gerilim var. Avrupa polisiyelerinde olduğu gibi burada da polisler, suçluyu tutuklamaktan başka bir işe yaramıyor ve katilin cinayet yöntemini fark eden de, dedektif olmasa da (ki günümüz polisiyelerinde dedektif olmak zorunda değildir.) katille kısa süren bir kedi-fare oyunu oynuyor.
Bu kitabın Hitler’i sembolize ettiği de düşünülüyormuş.  Kararı size bırakıyoruz.

Niçin bu kitabı okuduk?

Koku, Avrupa ülkelerinde “crime fiction” (suç edebiyatı) kapsamına giriyor ve bu terim hem polisiye eserler için hem de suçu anlatan eserler için kullanılıyor. Bu yüzden biz de konumuzu polisiye edebiyatla sınırlamayarak işi “suç edebiyatı”na kadar vardırdık.
Suç edebiyatı, suçun ne olduğunu, neden olduğunu, nasıl olduğunu ve nasıl etkilediğini anlatır fakat amacı katili bulmak değildir. Polisiyeyi de içine alan daha geniş bir türdür.
Bir yazarımızın dediği gibi; polisiye edebiyat “suç” ile başlar. Çünkü dedektifleri / polisleri de, suçluları da, kurbanları da var eden “suç”tur. Bu yüzden Hamlet, Suç ve Ceza veya Karamazov Kardeşler’de polisiye özellikler bulmak; hatta Habil ile Kabil’in hikayesine kadar gitmek mümkündür. Şunu da unutmamalı ki; edebiyat dünyasından dışlanan bu tür, kendini kabul ettirme  yolunda olup siyasi, toplumsal ve edebi olarak yaşanan her olaydan sonra gelişerek ve derinleşerek varlığını sürdürüyor. İlk uzay polisiyesi (Rüzgarsız Şehir), ilk travesti dedektif (Burçak) gibi özgün örnekler üreten polisiye yazarlarımız, muhakkak, gelecekte de farklı şekillerle karşımıza çıkmaya devam edecektir. Öyleyse biz de polisiyenin dedektif – suçlu – kurban üçgenine hapsetmemeli ve daha geniş bir pencereden bakmalıyız.

12 Şubat 2017 Pazar

Balkanların Hüzünlü Edebiyatı

Ekim ayında okuma grubumuzda bize hem çok yakın hem de çok uzak “Balkan Edebiyatı”nı ele aldık. Balkan edebiyatı’na hangi ülkelerin edebiyatları dahil edilir? Türkiye’de neden ilgi görmemektedir? Balkan edebiyatının ortak temaları nedir gibi soruların cevaplarını aradık ve bu çerçevede eski Yugoslavya coğrafyasından Ivo Andriç’in Drina Köprüsü ve Arnavut Edebiyatı’ndan İsmail Kadare’nin Ölü Ordunun Generali romanlarını okuduk.



Balkan edebiyatı denince aslında hepimizin aklına ilk önce yıllarca süren “savaş”lar ve bir mücadele ortamı gelecektir. Bu açıdan baktığımız zaman Balkan toplumlarının siyasi olarak da zor zamanlar geçirdiğini ve bu savaş, siyaset, mücadele ortamlarının edebiyata fazlaca yansıdığını söyleyebiliriz. Bu yansımaların en güzel örneklerini İsmail Kadare'nin Ölü Ordunun Generali kitabında bulabilirsiniz. Bu kitap aslında bir ''savaş tahlili'' niteliğindedir. Romanda savaş sonrası insanların psikolojik durumları, savaş zamanı ve sonrası ulusların durumu, insanların hırsları ve önyargıları ele alınmıştır. 20 yıl gibi bir süre önce biten savaşta ölen askerlerin kemiklerini Arnavutluk'u karış karış gezerek arayan bir generalin öyküsüdür bu roman. Açılan her mezar, ülkesinde evlatlarının, sevdiklerinin, yakınlarının kemiklerini bekleyenler için ya bir umut ya da hayal kırıklığı demektir. Askerlerin kemiklerinin toplanması savaşın iki tarafı için farklı duyguları sembolize etmektedir. Arnavutlar için topraklarını kirleten işgalci askerlerin cesetlerinin toplanıp ülkelerinden çıkarılması bağımsızlık/işgalin ve savaşın anılarını bellekten silmek ile eşdeğerken, İtalyan general için ölen askerlerin ait oldukları kendi vatanlarına götürülmeleri bir gurur meselesi olmuştur. Bu da Balkan edebiyatının bir diğer özelliği olan kimlik ve aidiyet kavramlarının bir örneğidir.



Balkan edebiyatına dair bir diğer güzel örnek ise Ivo Andriç'in kaleme almış olduğu Drina Köprüsü romanıdır. Öyle ki kendisi bu roman ile 1961 yılında Nobel Ödülü'ne layık görülmüştür. Bu kitapta ana karakter herhangi bir kişi değil de kitaba adını veren köprüdür. Drina Köprüsü hala günümüzde de Bosna Hersek'in doğusunda Vişegrad’da bulunmaktadır. Bu köprü Mimar Sinan tarafından Sokullu Mehmet Paşa'ya ithafen yapılmış ve kitapta da görüleceği gibi köprünün yapımı sırasında da sonrasında da birçok kişi hayatını kaybetmiştir. Roman boyunca olaylar köprü çevresinde gelişmiş ve Vişegrad halkının kültürel değişimi ele alınmıştır. Aslında bu köprü bölgedeki farklı dinlerden, farklı milletlerden, farklı kültürlerden insanların buluşma noktasıdır. Birçok acı, hüzün, sevinç, zafer, hırs, önyargı, yalnızlık barındırmaktadır. Bakıldığı zaman Drina Köprüsü'ne ''tarihi bir kimlik'' verilmiştir. Köprünün yapımı ile iki yakanın birleşmesi hikayesi anlatılırken sayfalar ilerledikçe, yüzyıllar geçtikte devletlerin parçalanması, toprakların el değiştirmesi, etnik çatışmalara ve yüz binlerce insanın ölmesi hikayesine dönüşür. Balkan edebiyatının diğer temel özelliklerinden olan tarihi bellek ve etnisite romanın temel izledikleridir.



Adlandırma Sorunu


Ülkemize hem en yakın coğrafya hem de ortak tarihi geçmişi olan Balkanların edebiyatına dair çok fazla çalışma olmadığını gördük. Üstelik Balkan edebiyatı şeklinde genel geçer bir adlandırılma yapıldığı ama ülkemizde fazla ilgi görmediği de ortadaydı. Oysa bir İngiliz Edebiyatı, Rus, Edebiyatı, Türk edebiyatı şeklinde tek bir ulusa ait edebiyat tanımlaması yapılırken içerisinde bir sürü devleti barındıran coğrafyanın tek bir başlık altında değerlendirilmesi ne kadar doğrudur? Balkan edebiyatı tek bir edebiyat değildir, bir çatıdır. Balkan edebiyatı dediğimiz zaman herkesin aklına farklı bir ülkenin edebiyatı gelecektir. "Balkan" kelimesi herkese aynı bölgeyi ifade etse de aynı ülkeyi, aynı toplumu ifade etmeyebilir. Her toplumun kendine has tarihi, kültürü vardır. Bu yüzden Balkan edebiyatını tekil bir edebiyat olarak ele almak zordur zira Balkan edebiyatı birçok edebiyattan oluşan bir bütündür.




11 Şubat 2017 Cumartesi

Edebiyatın Üvey Evladı “Yeraltı”

Kasım ayında okuma grubumuzda “yeraltı edebiyatını” masaya yatırdık. Yeraltı edebiyatının ortaya çıkışını hazırlayan etmenlerden başlayarak türün örnekleri olarak kabul edilen Dövüş Kulübü ve Zargana kitaplarını bu bağlamda incelemeye çalıştık.


Yeraltı kavramının köklerini 1950 ve 1960’larda Amerika’da ortaya çıkan Beat kuşağında aramak gerekiyor. İçlerinde yazar ve şairlerde bulunduğu Beat Kuşağı baskıcı idareye ve toplumsal tabulara başkaldırı ve muhalif duruş olarak karşımıza çıkıyor. Bu akımı benimseyenler yeraltı edebiyatının isyankar öncüleri olarak addedilmektedir.

“Yeraltı” Edebiyatın Bir Türü Olabilir mi?

Öncelikle yeraltı edebiyatı hakkında pek fazla araştırma yapılmadığından türün sınırları net olarak belli değildir. Türkiye’de edebi çevrelerde henüz ciddiye alınmayan bir tür olduğu için boyutlarını tespit etmek zordur. Kimi araştırmacılara göre adı üstünde yeraltı edebiyatı el altından yayılması gereken ve yeraltında kalması gereken bir türdür. Diğer yandan yeraltı edebiyatını bir edebi tür olarak kabul edeceksek geniş okur kitlelerine yayılması gerekir. Bu durumda işin içine reklam, satışı artırma çalışmaları, para gibi kapitalist dünyanın gereklilikleri giriyor. Bu türe dahil edilen eserlere baktığımızda genellikle toplumun dışlanan kesimini ele alır. Fahişeler, suçlular, tecavüzcüler, farklı cinsel tercihleri olanlar, hırsızlar, madde bağımlıları yani toplum tarafından kabul görmeyen, sıradışı denilecek bir hayat yaşayanların karanlık taraflarını konu edinir. Kötülük, karanlık, vahşilik ön planda görünse de bu eserlerin temelinde kapitalist dünya görüşünün insanlığı nasıl tükettiğini, insani duyguların nasıl arka plana atıldığı gözler önüne serilmeye çalışılır.

Yeraltı Edebiyatında Öne Çıkanlar

Bir eserin yeraltı türüne girip girmediğini anlamak için bakılan kriterlerinden kısaca bahsetmek gerekirse ilk önce karşımıza dilin kullanımı geliyor: Gündelik bir dilin, sokak ağzı, küfür ve argonun özgürce ve sınırsızca kullanılması. Diğer bir özelliği kurgu da gerçeklikten kopmadan sahicilik duygusunu vermesi ve  cinsellik ve şiddetin yoğun olarak yer almasıdır. Karakterler genellikle uyumsuz ve “normal” tanımlamasının dışında kalanlardandır.



Tüm dünyada hem kitabı hem filmiyle ortalığı kasıp kavuran Dövüş Kulübü ve Türkiye’de çok satan yazarlar arasında giren Hakan Günday’ın Zargana romanlarını yeraltı edebiyatı açısından ele almaya çalıştık. Dövüş Kulübü’nde Tyler Durden karakteri zenginlerden ve lüks yaşantıdan nefret eder. Kapitalist sistem ve tüketim karşıtı sözleri dikkat çeker (Siz işiniz ve banka hesabınızdaki para değilsiniz). Anarşist bir amaç peşindedir ve kendine bir suç ekibi kurar. Ülkedeki tüm finans kurumlarını ve bankaları yok ederek insanların maddiyata bağlı yaşantılarını yok etmeyi amaçlar. Romanın sonunda Tyler Durden ve anlatıcının aynı kişi olduğu ortaya çıkar. Anlatıcı karakterin kötü tarafı olan Tyler Durden bu amaç için onu suç işlemeye yönlendirmiştir.



Zargana da benzer şekilde kendi ekibini kurar. Para karşılığı insanlara yazdığı senaryoları oynatır. Ancak bu senaryolarda anarşi, fuhuş, eşcinsel ilişki, uyuşturucu, öldürme gibi çeşitli suçlar da yer alır. Romanda geriye dönüşlerle anlatıcının nasıl Zargana olduğu anlatılır. 12 yaşında evlatlık olduğunu öğrendiğinde evden kaçan anlatıcı dört kişinin tecavüzüne uğrar. Bundan sonra kendini insan olmaktan sıyırır ve Zargana balığına dönüşür.



Görüldüğü gibi okumalarımızda bu iki romanda şiddet eğilimi, aidiyetsizlik, manevi yalnızlık, toplumla uyumsuzluk, ölümün sıradanlığı gibi pek çok ortak nokta yakaladık.

Son olarak yeraltı edebiyatına adımınızı atmadan sizi uyaralım: Okurken rahatsız olacaksınız, yeri gelecek karnınıza kramplar girecek, mideniz bulanacak, tahammül sınırlarınızı zorlayacaksınız. Ama her gün kalabalıklarda karşılaştığınız, umursamadığınız, görmezden geldiğiniz farklı olanın/dışlananın hikayesi yüzünüze çarptığında görünen ardında yatan sebepleri düşünmeye çalışacaksınız.